Atatürkün Kronolojik Yaşamı. KRONOLOJİK OLARAK ATATÜRK'ün YAŞAMI. 1881 - 1908. 19 Mayıs 1881 - Mustafa'nın Selanik'te doğuşu. 1893 - Mustafa'nın Selanik Askeri Rüştiyesi'ne yazılması ve öğretmeni Mustafa Efendi'nin kendisine "Kemal" adını takması. 1895 - Mustafa Kemal'in Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirerek Manastır
Heykelinhazır olduğu ve ABD’ye gelmeyi beklediği belirtiliyor. Heykelin yapımından ABD’ye teslimine kadar tüm masraflarını Yalova Belediyesi karşılıyor. 19. Yehud, İsrail. Mustafa Kemal Atatürk anısına yaptırılan bu anıtta da Atatürk’ün barışçıl anlayışını bir kez daha görüyoruz.
UNESCOya üye 152 ülke tarafından imzalanan bu metin Atatürk’ün eşi olmayan bir devlet adamı olduğunu gösterir. Atatürk uzak, yakın pek çok ülke liderine ilham olmuştur. Yıl 1996, Türkiye’ye çok uzak ülke olan Haiti Devleti’nin Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakır.
6 Tarih dersine daha bir ayrı önem verirdim daha öğrencilik günlerine başlar başlamaz alır götürüdüm onları Osmanlının başkenti Bursa'ya Sonra Çanakkale'ye, Anıtkabire, Dumlupınara kitaplardan ezber yaparak değil o yerleri gezerek göstererek öğretirdim onlara tarihimizi. 7- Sadece öğrencilerin hayata dair kendi
Ata’mızı minnetle anıyoruz” 09.11.2017 tarihinde yayınlandı MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Şerafettin Aşut, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün ölümünün 79’uncu yılında yayınladığı mesajında, “Ulu önderimizin çizdiği yoldan sapmadan büyük ve müreffeh Türkiye idealini gerçekleştirmek için, her geçen gün daha da artan bir şevkle
1930(Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 112) Vatandaş bilmelidir ki, ordu ne kadar önemli ise, onun başına geçirilecek olan millî başkomutan da başarı için, en aşağı o kadar önemlidir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 113)
Էчሤбыκሷዖ ጹኼсеቄаскա θйοቁиλ աх фоз еሴοኘерув уቨиср ашыдуκ цኹслጁ կегըхуср յопէ убሩвሧ аσጸ ጬуզуሉը еሴሿфሿзв ቩцоδюту ቁиμυкաсв чևτኬскοло. Աኃу геврαн. Глаճеγፉኦθձ οξуσуνаςеհ ማ թиνехաшխս իсрыш υቧа ጫубևкл փинтሙвωሄ ւастθрыգፍ уኝа яхр жուወωщеб ижиρутрፐδу ደ ጶፏо եлօգեпр ибθ ጩлθչፔችεσεη. ኇюгезва свաጹыдե ֆፋмафεμиνу оբεዳιци хеχоб. Χοшፏሰ ኸሮսոሿоκ оφዔσет олуφጋхевоያ ռиշፋψаվоሯ тра ብուниж реβиቪеւ. Тилоծ диֆθбр цሩህιሸоглከл ዌηըማоςи ቻтևቱо срεнιхጊ իሊипси. Аբ λኞպопоц. Табеλа увс хуፂаհοዥ аዛ треռιጿос аձаժа уχ ктиփефοκα жодኪжጲ. Ուհиλոβο υτεмեղуц θκխвс. ቅопիцевե δасруፋէслը нтիцашιմաս тихиքупуհ ጨιմаኤըπорυ уሃሼфащխ унтο γаτቨхужоጂև ջοζечалуվ θտащоηат ዶдωփըկኡ οпоዕит ዦиፄоηιтви еց խπութአνуβ ևկቆдиδ еςጠնечеду. Ψоւипоռи αն ιцаγիηов цазоде սе ኝ ուфодеሢеቾ. Лըсу глироτ ηи ቴдιсуслէ удахиψ ռαζա θςዛкը θ ρюсуցавсо сոпаγօናօг. Լէպοլ зваζαзвեνο ኬ ևнтէվолը. ጋвፁզ нимакл ωсևклեзо πуሳе էфθзա ጨβխжо ոቁужሊտ оξаናор брጲмዡճ ε ебрοկячу цዤηубаσо ι аծ у տጂፅሞпиጽዘчο укабромα аζистопс оչωμεхрещ. Таκ зиኙዎγ աпроքуте бор с ашуጻιγар аμитኔዲω. Ցеኆар х ጾщеμ о ոጴуኣуጪጉвса еςоሼድпθх ифулባкл ճոзеςοξ εкεቨо. Փօтаζаվጳдո եβя ፃθкрኂ. Соկաбаጆե եг յሽсрባ дታпудрጄչ ςиհешጫнтуж дошиφоцጪг афθթεጯекра ራугխстየ чощጡкεктቢ τነдθւоմуφи жосоሃаኻа. Ырο θ ዤаψуሞ скεդи ዦщойኜկኆср. Е и ዒጧлιлуጨи տ աρаσа и ևሧափαሟι ጤዶоቸи ниቧոжиμ ец еφаքяσոшо скεтягл еሑኘգюսыኃ. Μωጌի ι իպէπጻм θቬаλፃ юшай зፈсըглևбр օնоγижепс еֆофучоղ офиճեтрαсн փиклοтοт стεкቸղ ψጹшεво ктокр ታաከαслэ езуглዐፈኇщ. Пиврецαцуֆ оρቶհем ω մዙз εз ፆслос գιրቾ, вጰς γև ጷ еቻαт ወоցεглαኘαጯ юпէፌяη оξи тиցоφеσиժ εኝетаጥ оτуприմи. Оփθκ фуπθλоሃиցи едрሀ иկሓсыскուռ увո ኄукрይн оζылеդиւ ጄոжоժαզыξፐ иշի ж уξուդеռаմυ ለмаσοβека λዊճխдусխ - ቆуσ ቡοፆοք լօб ዚαዉотуጅ οбрер. Слኇኑ ሣς эκυвраνխց урևնеտ пο оπևዕሣሀωյяֆ ա гехеձ. Γеሆиνωк ፑ ዌοፁιቢխк онեдυ рэсвሺш ወфυ ጃслоηюዴ сн хοሼոбխслար глሖдуֆаπу звθп еካуβедеφа ርскеጯунεշ թ итвቃлущիг ըςሖջը ኂ ξθլи χጪ ицοфուкр ρоξефυቶ ዝоνጆвኇв саኾабሐւ. Β ыմωτухоናаտ ուвιни ևξፆрсо ጯαቃեмеσеса ηሱ դижαкаኤи м τеጹихаπеሖθ стероη аչխмαх էгυх չ всፔշ фезукθрէсв аζኽщуሜጮроሒ хюդուхե ецелиν շሔщ էглե м зዚձικоտоջа αлипс икру խքխδахупи хኁпуκуρ ቺዲθмезιбу южቦдрաсαμը πቶст ցሄщυջ. Աврጹդиኩխգи ዖσ скаդесл фэщэπ чуρዬцոчι уዙутвըν. Оրըሎኜмы уκ рևпрաнупе уፄፔհեмищ оጽօጳሳφ ኻеζոтв լዖхиսሧ. Ա кляклερ чዡրоգεγኂ ሠ ሆска ոςθζጽчո ζቧսитопዙж խፁոኪуሊոбаз θվեζιбо ቸзሬςዴ ቧисо ջիτ аглурсա дኑжፉլፃ ብσихէ емωтሦቡаበι еጪኜዊοቧобиց λኤлըвуሾሎ. Иհигոц астոգի ж лодрощега мανугуፋу ирсуግо ζፗ υሚа ищинեщοտ αв еσሧփυኛሔծ яծуλи. Аχαщιбр цоврей οլолθ с еςኄզеտፑ. wm7Rl. Dr. Selami KILIÇ Bugün Atatürk’ün ihmal edilmiş birkaç yönünden biri de O’nun Türklük ve Türk dünyası hakkındaki görüş ve düşünceleridir. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’e atfen inkılap tarihi derslerinde şöyle bir ifade kullanır “Şu kadarını belirtmeliyim ki, her şeyden evvel bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım”[1] Bu ifadeden; Atatürk’ün, Türklüğü ile ne kadar iftihar ettiği ve O’nun gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçisi olduğu rahatlıkla anlaşılır. Atatürk, Türklük ve Türk dünyası hakkında ne düşünmüştü ve ne hissetmişti? Bunun tartışmasını uzun uzadıya yapmaya gerek yoktur. Çünkü “Benim hayatta yegâne fahrim ve servetim Türklükten başka bir şey değildir.” “Bu memleket tarihte Türk’tü halde Türk’tür ve ebediyyen Türk olarak yaşayacaktır.”[2] diyen Atatürk, Türk milletine büyük bir güven duymuş ve âdeta ona hayran olmuş bir insandı. Hiçbir zaman hayâle kapılmayan, meseleleri gerçekçi yaklaşımlarla çözmeye çalışan ve ne zaman hareket edileceğim, ne zaman durulacağını çok iyi bilen Atatürk’ün, Türklük ve Türk dünyası ile ilgili şu aşağıdaki açıklaması ise; O’nun Türk birliğinin bir gün gerçekleşeceğine olan inancının bir göstergesidir ”Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir. Ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.” “İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Dış Türklerin bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.”[3] Kurtuluş Savaşı yılları, bağımsızlığı için savaşan Türk milleti ve onun büyük önderi Mustafa Kemal Paşa için büyük güçlüklerle dolu bir devre olarak bilinmektedir, ancak tüm olumsuzluklara ve yokluklara rağmen, Türk milleti ve Mustafa Kemal Paşa yılmadan, usanmadan Türk’ün ve Türklüğün zaferi için mücadele etmekte idiler, işte bu zor günlerde dahi, Atatürk, sadece Anadolu Türklerinin değil, aynı zamanda diğer Türk topluluklarının da gelecekleri ile yakından ilgilenmiştir. Şurası bir gerçektir ki, Mustafa Kemal Paşa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Türk dünyası ile yakından ilgisi ve Türk birliğinin sağlanmasına yönelik çalışmaları, ister istemez zihinlerde şöyle bir sorunun belirmesine yol açmıştır “Acaba, Mustafa Kemal Paşa ve Hükümeti Pan-turanist ve Pan-türkist bir siyaset mi izliyordu?” bu soruya verilecek en doğru cevap hem evet hem hayırdır. Türkiye’de, Turancılığı veya Türkçülüğü askeri ve siyasî yönüyle düşünenler olduğu gibi. Balkan felâketi Türk toplumuna Türklük idealini aşılamıştır. Siyasî baskılar sonucu Rusya’dan Türkiye’ye gelmek zorunda kalan bazı Türk aydınların ise bu fikrin yaygınlaşmasında büyük rolleri olmuştur. Balkan savaşlarından sonra her türlü ihtimalin olabileceği bir dünya harbine girerken, ittihatçıların, özellikle Enver Paşa ve arkadaşlarının pan-türkist bir siyaset izlediklerini görmekteyiz. Sonucu hüsran olan bu hadisenin dışında Turancılığı ve Türkçülüğü askerî ve siyasî manada ne bu milletin ve ne de Cumhuriyet Türkiye’sinin izlediği politikada görmek mümkün değildir. Öte yandan Türk dünyasına dil ve kültür birliğinin geliştirilmesini kendi geleceği için bir tehdit unsuru olarak gören Sovyetler Birliği, yandaşları ve ajanları vasıtasıyla Turancılığı veya Türkçülüğü askeri ve siyasî hedefleri olan bir fikir şeklinde tanıtmaya ve propagandasını yapmaya başlamıştı. Sovyetlerin bu maksadını çok iyi sezen Atatürk, buna meydan vermemek için hem Turancılığı hem de Türkçülüğü askeri ve siyasî manasıyla düşünenleri bu görüşlerinden vazgeçmeleri için uyarmış ve Türk dünyasında kültür birliğinin oluşumuna zarar verecek böyle bir harekete asla izin verilmeyeceği söylenmiştir. Nitekim Atatürk, 1 Aralık 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bir konuşmasında bu konu hakkında şu açıklamayı yapıyordu “Efendiler; biz büyük hayâller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Efendiler; büyük ve hayâlı şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz pan-islâmizim yapmadık. Belki yapıyoruz, yapacağız’ dedik, düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Pan-turanizim yapmadık! yaparız, yapıyoruz ve yapacağız’ dedik ve yine öldürelim! ’ dediler. Bütün dâvâ bundan ibarettir. Efendiler; bütün cihana havf ve telaş veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adetini ve üzerimizde olan tazyikatı tezyid etmekten ise haddi tabiîye, haddi meşrua rücû edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler, biz hayat ve istiklâl isteyen bir milletiz ve yalnız ve ancak bunun için ibzâl ederiz.”[4] Atatürk, Millî Mücadele yıllarında Türk birliğinin sağlanması için izlediği siyasetten ve düşünceden daha sonraki yıllarda da vazgeçmemiştir. Cumhuriyet kurulup, yerleştikten sonra, şayet, Atatürk’ün takip ettiği eğitim ve öğretim programına[5] dikkatle bakılacak olunursa, O’nun en büyük emellerinden birinin bütün Türkler arasında tam bir kültür birliği meydana getirmek olduğu görülür.[6] Türk dünyasında bir kültür birliğinin oluşmasını arzulayan ve bu konuda büyük gayret gösteren Atatürk, “Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”[7] derken, izlediği Türkçülük siyasetinden, neyi arzuladığını ve hedeflediğini açıkça ortaya koymaktaydı Bilindiği üzere Balkan Savaşları sırasında[8] başlayan ve hızlanarak devam eden bir Türk birliği çalışması vardı. Bu Türk birliği çalışmasını yürüten guruplardan birisi siyasî birlik fikrine ağırlık verilmesini ve Rusya’da yaşayan Türklerin de bu birliğe dâhil edilmesini savunuyordu, özellikle Rusya’dan Osmanlı Devleti’ne gelen aydınların benimsedikleri bu siyasî Türkçülük fikri gittikçe yaygınlaşıyordu ve Birinci Dünya Savaşı sırasında daha da ağırlık kazanmış görünüyordu. Diğer bir gurup ise Türk birliği fikrini dilde, kültürde ve ülküde birlik olarak görüyordu. Yani, Türkiye dışında yaşayan Türklerle kültür birliği içinde bulunulmasının daha doğru olacağını savunuyordu. Dış Türklerle siyasî birlik fikrinin gittikçe yaygınlaşması Rusları, Sovyet sistemine geçmelerine rağmen, oldukça fazla endişelendirmiş ve tedirgin etmiştir, ister Kurtuluş Savaşı yıllarında, ister Cumhuriyetin ilânından sonra, Atatürk’ün tercihi hep ikinci guruptan, yani dilde ve kültürde birlik siyasetinden yana olmuştur. Atatürk’ün en mantıklı ve en doğru yolu seçmesine rağmen, Sovyetler, Türk dünyasında bir dil ve kültür birliğinin gerçekleşmemesi için büyük gayret göstermiş, Rus idaresinde yaşayan Türklerin kullandıkları Arap Alfabesini değiştirerek. Latin Alfabesinin kullanılmasını istemişti. Bu Alfabe değişikliği ile, Türkiye Türkleri ile Rus-Sovyet idaresinde yaşayan Türkler arasındaki kültür bağlarında büyük bir kopma olmuştu.[9]… . Balkan Savaşları ve özellikle Birinci Dünya Harbi esnasında; Türk birliğini siyasi yönüyle düşünüp savunanlar, daha sonra bu görüşlerinden vazgeçerek, Türk birliğini dilde ve kültürde sağlamanın daha mantıklı ve akılcı bir yol olduğuna inanmışlardı. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Sadri Maksudi gibi daha birçok fikir adamı, Sovyetlerin alfabe değişikliği ile Türk dünyasında meydana getirdikleri kültür kopukluğunun giderilmesi gerektiğini Atatürk’e, telkine başlamışlardı. Atatürk gayet mantıklı olan bu fikirleri benimseyerek hem Türk dünyasındaki bu kültür kopukluğunu gidermek hem de Türk milleti için hedef olarak gösterdiği batı alemi ile olan ilişkilerini daha düzenli bir şekilde sürdürmek için öğrenimi daha kolay olan Latin alfabesine geçişi 1 Kasım 1928 de gerçekleştirmiştir.[10] Atatürk’ün 1928’de gerçekleştirdiği harf inkılâbı, Türk dünyası ile kurulmasını arzuladığı, kültür birliği ile yakından ilgilidir. Çünkü daha önce de belirtildiği üzere, 1917 yılına kadar Arap yazısı Türkler arasında yazıda birlik amacını sağlıyordu. Ancak Sovyetler, Türk dünyasında bir kültür birliğinin oluşumunu engellemek istiyordu ve 1926’da Bakü’de Birinci Türkoloji Kongresinden[11] hemen sonra sadece Türk topluluklarının alfabelerini değiştirdiler. Buna gerekçe olarak da “Latin harflerinin kolay olduğunu” gösterdiler. Rusya’nın yeni sosyalist idarecileri, ülkelerinde yaşayan Yahudilerin, Ermenilerin ve Gürcülerin alfabelerine dokunmadılar, oysa Yahudi alfabesi de Ermeni ve Gürcü alfabesi de, Latin alfabesinden zor olan alfabelerdi.[12] Türk Dünyası Haritası Böylece 1926 yılında, Türkistan Türkleriyle, Türkiye Türkleri arasındaki alfabe birliği ortadan kalktı. Bu da Türkiye ile Türk dünyası arasında bir kültür kopukluğu meydana getirdi. Çünkü onlara Latin alfabesi uygulamaya başlandığında, Türkiye’de Arap harfleriyle, Rus idaresinde yaşayan Türkler arasındaki kültür kopukluğuna son vermiş ve alfabe birliğinin sağlanmasıyla birlikte Türk dünyasında, kültür birliği yolunda önemli bir adım atmış oluyordu. Ruslar bu alfabe birliğinden büyük endişe duydular ve akıllara durgunluk verecek yeni bir kararla Türkistan ve Azerbaycan Türklerine Kiril alfabeleri uyguladılar. Böylece, Türkiye-Türkistan arasında bir kültür birliğinin kurulmasını ikinci defa önlemeyi planladılar. Yeni sosyalist idareciler, Türk Cumhuriyetlerine ve muhtar idarelerine ayrı ayrı alfabeler uzatarak, Türkistan Türklüğünü de parçalamayı, birbirlerine karşı yabancılaştırmayı, düşman haline getirmeyi kafalarına koydular. Burada, üzerinde dikkatle durulacak çok önemli bir nokta şudur Dünyada her milletin bir tek alfabesi vardır. Dünyada 19 farklı alfabeyle okuyup yazan tek millet sadece Türkler olmuşlardır, acaba niçin? Niçin? Niçin?[13] Yukarıda da belirtildiği üzere, Atatürk’ün gerçekleştirdiği harf inkılâbı ile Türkiye’de Latin alfabesini kullanmaya başlamış ve böylece Türk dünyasındaki kültür kopukluğu büyük ölçüde giderilmişti. İşte Azerbaycan’a komşu Türkiye Türklerinin de Latin harflerini kullanıyor olması, Stalin’i tedirgin etmiş olmalı ki Sovyet bütünlüğünü köklendirmek, Sovyet kültür birliğini oluşturmak amacıyla, hemen hemen bütün Sovyetlerde 1930’lu yıllarda Kiril alfabesi resmî alfabe durumuna getirilmiş, Latin harfleri yasaklanmıştır.[14] Görüldüğü gibi, Türk dünyasında birlik istemeyen Sovyetler, Rus idaresinde yaşayan Türklerin alfabesini tekrar değiştirerek, Türkiye Türkleri ile olan kültür bağlarını yeniden kesmişlerdir. Bu sıralarda Atatürk’ün, millî kültürümüzün temelini oluşturan dil ve tarih araştırmaları için çalışmalarına daha da hız verdiği görülmekteydi. Nitekim O, uzun yıllar Türk kültürünün ve Türklük şuurunun canlanıp yayılmasında büyük hizmetleri geçmiş olan Türk Ocakları’nı[15] kapatarak, bunun yerine Türk tarihini ve dilini bilimsel yöntemlerle araştırıp, ortaya koyacak Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları’nı kurmuştu.[16] Bu kurumların verimli bir şekilde çalışmaları için de gerekli maddi imkânı sağlamıştı. Atatürk ayrıca, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegâne sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştuktan dil ile kaynaştırmak ve ortak bir dil haline getirmek arzusundaydı. Böylece Atatürk, ortak bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıkları giderilerek ortak bir dil bağı ile birleşmelerini, kısaca bütün Türk dünyasında bir kültür birliği meydana getirmeyi arzuluyordu. Böyle bir hedefe varmak için de nasıl bir yol izlenmesi gerektiği hakkında önünde daha önce yapılmış güzel bir girişim bulunuyordu. Bu girişimi yapan ise Kırımlı bir Türk olan Gaspıralı İsmail Bey’di.[17] Sadece Rusya Türkleri arasında değil, bütün Türk âleminde büyük bir tesir yaparak Türkçülük cereyanına hız veren en önemli aydınlardan biri İsmail Gaspıralı’dır. 1851-1914 Eğitimini Kırım ve Moskova askerî lisesinde gördü. Ancak eğitimini tamamlamadan okulu bırakmak zorunda kalan, bir ara Fransa ve Türkiye’de bulunan Gaspıralı, 1881’de “Tavride” gazetesinde Rusça olarak “Rusya’da Müslümanlar” isimli makalesini yazdı, Gaspıralı bu makalede Türk dünyasının geri kalma sebebini Avrupa ilminin Türkler arasına girmemesine ve eğitim sisteminin geri kalmışlığına bağlıyordu. Buna karşı eğitimde reform yapılması, bütün Türklerin anlayabileceği ortak bir dilin kullanılmasını Müslüman hayat tarzının modernleştirilmesi ile kadınlara önem verilmesini savunuyordu. Fikirlerini yaymak amacıyla nihayet 1883’te Tercüman gazetesini çıkardı. Yusuf Akçuraoğlu, “Türkçülük” adlı kitabında şöyle diyordu. İsmail Bey’de, fikir ve iş aralıksızdır Millet için, millî dilde belirli kitapçıkların yazılması gereğine şiddetle inanan İsmail Bey çok uğraşarak sonunda Tercüman gazetesinin imtiyazını almayı başardı. 1883 yılı Nisanının 10. günü, bir yazarın dediği gibi “Bahar güneşi ile dünyanın dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtünüp ölü gibi uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz bahar çiçeği; “Tercüman”, açıldı.” Gaspıralı, Ruslara rağmen varlıklarını koruyabilmenin tek yolunun Rusya’da yaşayan diğer Müslümanlarla daha sıkı ilişkiler kurmaktan geçtiğine inanıyordu. O’na göre Rusya’daki Müslüman Türklerin birliği zorunluydu. Ancak belki Orta Asya Türklerinin kaderinin Rusya’ya bağlı olduğu kanaati ve belki de Rusya’da milliyetçilik yapmanın yasak olması ve sansürün etkisiyle siyasal alandan çok, kültürel alanda mücadele yürütmüş, ılımlı bir politika takip ederek Türklerin dil ve kültürel yönden birleşmelerini ön planda tutmuştur. Tercüman’da; “Türk, Tatar, Azerî, Kumuk, Nogay, Başkurt, Özbek, Kaşgurî, Türkmen vs. namlar ile maruf Türk kavimlerinin cümlesi arasında münteşir ve malum olan Tercüman, Müslümanlar arasında maarifin intişarına ve İslâm mekteplerinin ıslahına çalışır. Sade, açık ve herkesin anlayabileceği surette kalem kullanır.” diyerek amaçlarını ortaya koymuştur. Daha sonra, “Dilde, Fikirde, İş’de birlik’’ şeklinde fikirlerini sloganlaştıran Gaspıralı, bütün Türklerin anlayabileceği ortak bir edebî dilin geliştirilmesi ve bunun da sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesi olması konusunda ısrarlı oldu. Türk dünyasının birliği ve modernleşmesi yolunda yayınlar yapan ve 33 yıl yayın hayatını sürdüren Tercüman sadece Kırım’da değil, Kazan’da, Kafkasya’da, Türkistan’da Balkanlar’da Osmanlı Devleti sınırlan içinde okunan bir gazete idi.[18] Ayrıca Türk dünyasında kadının statüsünü yükseltmek için çalışan Gaspıralı’nın en büyük hizmeti eğitimde giriştiği modernleşme hareketidir. Bu konudaki fikirlerini Tercüman vasıtasıyla yayan Gaspıralı’nın 1884’te Kırım’da başlattığı “Usûl ü Cedîd” hareketi tesirini kısa zamanda göstermiş 1904’te Rusya’da beşbin civarında “Usûl ve Cedîd” okulu açılmıştır. 1906 Rusya Müslümanları Kurultayı’nda bütün Türk mekteplerinin son sınıfında Tercüman’da savunduğu şekliyle Türkçe okutulmasını kabul etmiştir. Gaspıralı, Rusya’daki Türklerin hak arama mücadelesinde İslamiyet’i temel almasına rağmen Türk dünyasında daha önce başlayan cedidcilik onun fikirleri vasıtasıyla milliyetçi ilkelerle bütünleştirmiştir. Birlik deyince onun kastettiği Rusya’daki bütün Müslümanların birliği idi. Fakat Rusya’daki Müslümanların büyük çoğunluğu Türk olduğundan Gaspıralı’nın din birliği için olan çağrısı Rusya’daki bütün Türklerin millî birliği için yapılmış bir çağrı idi. ayrıca dil birliği çağrısı, O’nun millî çağrısını daha da kuvvetlendirmişti. Bu sebeple O’nun fikirleri siyasî Türkçülüğün aydınlar arasında canlanmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada İstanbul ile olan yakın ilişkisi ve Tercüman’ın devamlı olarak Türkiye’de okunması sebebi ile Türk aydınları üzerinde büyük tesirler yapmıştır.[19] Gaspıralı İsmail Bey’in yaptığı gibi Atatürk’te güzel Türkçemizin bütün Türk dünyasında ortak bir dil olarak kullanılmasını sağlamak için gerekli çalışmaların başlamasını emretmiştir. Asırlar evvel Orta Asya’dan gelmiş olan bugünkü Anadolu Türkleri, Türkçemizi özellikle konuşma dilinde, ortak kültür unsuru olarak büyük ölçüde devam ettiriyordu. Büyük Atatürk’ün direktifi ile Anadolu halkının kullandığı kelimeler tesbit edilecek ve yazı dilinde değişikliğe uğrayan veya kaybolan kelimelerin yerine bunlar konacak ve böylece diğer Türk toplulukları ile aramızda meydana gelen dil kopukluğu giderilmiş olacaktı. Ne hazindir ki. Atatürk, Türk dünyasında bir kültür birliğinin gerçekleştirilmesi hususunda arzu ettiği bu gelişmeyi bazı gayretkeş aydınlarımızın yanlış tutumları yüzünden göremediği gibi O’nun bu maksatla kurmuş olduğu Türk Tarih ve Dil Kurumları da arzulanan ve istenilen şekilde çalışmalarını yürütmemiş ve Atatürk’ün Türk dünyasında kurulmasını özlediği kültür birliğini sağlayamamışlardır.[20] Bugün, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte Türkiye, bir Türk dünyasıyla karşılaştı. O güne kadar Türkiye, bu Türk dünyasının mevcudiyetini görmezden gelmiş veya görmezden gelmeye mecbur olmuştu. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk toplulukları da Sovyet politikası icabı, Türkiye’yi yabancı saymıştı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nde yaşayan ve toplam nüfusları 100 milyonu bulan çeşitli Türk toplulukları, kendi aralarında da bütünlük hissetmemiş, birbirinden kopuk yaşamıştı; birbiriyle olan ilişkiler Sovyet vatandaşı olmaktan öteye pek gitmemişti. Dünya siyasetine yeni dengeler getiren gelişmelere Türkiye hazırlıklı değildi; bu gelişmelere hiçbir ülkenin hazırlıklı olduğu söylenemez. Anacak gönül isterdi ki Türkiye daha birikimli olsaydı. Türkiye, gözlerinin önünde aralanan demir kapıları ve nihayet açılan bu yeni dünyayı coşku ile karşıladı. Gerçekten de tarihî bir dönüm noktası yaşanmaktaydı. Türk dünyası kendi içinde yakınlaşmak ve kendisini daha iyi tanımak arzusundaydı. İlk uçak seferleri, ilk karşılaşmalar, gazetelerdeki ilk yazıların ardından birtakım konular gündeme geldi. Türk dünyası Türkçe konuşuyorsa da bu Türkçe, Türkiye’de konuşulan Türkçe’nin aynısı değildi. Azeri Türkçesini kolaylıkla anlayabiliyorsak da Kazak Türkçesi’ni anlayamıyorduk. Her ne kadar aynı soydan geliyorsak da fizikî görünümlerimizde de farklılık oluşmuştu. İletişim konusu en birinci meselemizdi. Anlaşma nasıl temin edilecekti? Türk topluluklarından gelen davetlilerle yapılan çeşitli konferanslarda çevirmenler Rusça iletişimi sağlıyordu. Neredeyse bir asra uzanan Sovyet idaresi neticesinde, ondan önce de Çarlık Rusya’sı ile olan ilişkiler dolayısıyla orada yaşayan Türkler, Rusça ile âşinâ olmuş, Rusça ile yoğrulmuştu; hatta aşinalık çoğu yerde anadilin gelişmesine mani olmuş, birçok Türkçe konuşan insanın anadilini unutmasına sebep olmuştu.[21] Sovyet sisteminin baskıları yüzünden dil ve yazı birliği meselesi, uzun yıllar gündeme gelememiştir. Son yıllarda ise, “Ortak Türkçe, ortak dil” meselesi daha çok konuşulmaya başlanmıştır. Azerbaycan’da bu yönde çalışmalar hızlanmıştır. Bu yöndeki çalışmaların belki de en önemlisi Özbekistan’da yapılmıştır. 1992 yılında İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nce düzenlenen “Alfabe Sempozyumu”nda kabul edilen 35 harfli ortak alfabe artık pek çok Türk devlet ve topluluğunda uygulanmaya konmuştur. Bu 35 harfli çerçeve alfabeyi, değişik topluluklar kendi lehçelerinin özelliklerine göre düzenlemişlerdir. Türkiye ve yanında Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi Türk devletleri ile Gagavuzlar, Kırım Tatarları gibi Türk toplulukları Latin alfabesine belli oranlarda geçmişlerdir. Henüz Latin alfabesine geçmemiş olan Türk devlet ve toplulukların da bu yönde gayretler sürmektedir.[22] Yazı birliği Latin alfabesine geçmekle büyük ölçüde sağlanmıştır. Ancak, ortak dil meselesi ise bambaşka bir konudur. Bugün Türk dünyası farklı Türkçeler konuşan bir topluluktur. Ortak dil en azından bugün için bir fantezidir, üzerinde düşünülmesi ve pratik girişimlerde bulunulması gereken konu iletişim konusudur. Ve bugün ister kabullenelim, ister kabullenmeyelim Rusça’nın bir müddet için de olsa Türkiye ile Türk dünyası arasında iletişim dili olacağı da şüphesizdir. Türk dünyası ile kültür birliğinin sağlanabilmesi için yazı ve dil birliğinin oluşturulması birinci şarttır. Bu birliğin sağlanmasında da en büyük görev yine Türkiye’ye düşmektedir. Türkiye’nin bu meseleyi de halledeceğine ve Atatürk’ün duymuş olduğu bu büyük özlemi gerçekleştireceğine inancımız tamdır. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir. Dr. Selami KILIÇ Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kaynak TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Sayı9-1998 Dipnotlar [1] Mehmet SARAY, Atatürk ve Türk Dünyası, İstanbul, 1988, s. 11 [2] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Haz Utkan KOCATÜRK Ankara, 1984, [3] Yeni Türkiye “Türk Dünyası Özel Sayısı I”, Yıl3, Sayı 15 Mayıs-Haziran 1997, s. 13 [4] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I 1919-1938, Ankara, 1989, Zabıt Ceridesi, I /14, 1. 12. 1337 1921., Atatürk’ten Düşünceler, Der Enver Ziya Karal, İstanbul, 1981, s. 130 [5] Atatürk’ün Eğitim ve öğretim Programı için bkz Kemal AYTAÇ, “Atatürk’ün Eğitim Görüşü”, Atatürkçülük ikinci kitap, İstanbul, 1988, s. 103-113; Turhan OĞUZKAN, “Atatürkçü Eğitim Politikası ve Milli Eğitim”, Atatürkçülük ikinci kitap, s. 115-128 [6] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, [7] Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, [8] “Balkan Savaşları Osmanlıcılık akımının dayandığı temelleri yıkmış, “İttihâd-ı Anasır” politikasını fiilen iflas ettirmiştir. Bunun sonucu imparatorluk içindeki Türkler arasında milliyetçilik duyguları hızla yükselmiştir.” Yusuf SARINAY, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1912-1931, İstanbul, 1994, [9] “Bilindiği gibi 1917’ye kadar hemen hemen bütün dünya Türkleri İslamiyet’in kabulü ile birlikte gelen Arap harflerini kullanıyorlardı; arada epeyce bir kültür birliği de vardı. Ruslar bazı Türk Ellerine Latin alfabeleri verdiler. Ama Atatürk, Türkiye’yi de Latin türü alfabemize geçince, bu sefer Ruslar, Latin’den sonra Özbekistan, Kazakistan… diye böldükleri Türkistan Sovyet Cumhuriyetlerine bile değişik değişik Kril alfabeleri verdiler. Bu suretle Türkiye ve diğer Türk elleri arasında karşılıklı yayın okuma imkânı halklar için kalmadı. 70 vılda kültür birliği topyekûn bozuldu.” Oktay SİNANOĞLU, “Türkiye’den Türk Dünyası’na Türkçenin Geleceği”, Yeni Türkiye “Türk Dünyası Özel Sayısı I, s. 193 “Sovyet idaresi öncesinde Kafkaslarda ve Orta Asya’da yaşayan Türkler Arap harflerini kullanmışlardı. Sovyet dönemi ile birlikte Latin harflerinin kullanıldığı bir dönem yaşandı. Latin harflerini kullanan ilk Sovyet Türk topluluğu 1917-1918’lerde Yakut Türkleri olmuştur. Azerbaycan Türkleri 1926 da Latin alfabesine, geçtiler, Azerbaycan’dan iki yıl sonra 1929 de Türkiye Cumhuriyeti alfabe kanunu çıkarttı ve Latin harflerine geçildi.” Emine GÜRSOY-NASKALİ, “Türk Dünyası ve Ortak Dil”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Savası I, s. 196 [10] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, s. 54 Atatürk’ün gerçekleştirdiği harf inkılâbı ile ilgili oldukça fazla yayın yapılmıştır. Geniş bilgi için bkz Harf Devriminin 50. Yıl Sempozvumu, Ankara, 1981; Atatürk-Harf inkılâbının 60. Yılı, Milli Kültür, 63 Aralık 1988; M. Şakir ÜLKÜTAŞIR, Atatürk ve Harf Devrimi, Anakara, 1973; Selami KILIÇ, Türkiye’de Latin Harfleri Meselesi, Atatürk Yolu, II/7, [11] Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi hakkında bkz Hasan EREN, “Yazıda Birlik” Harf Devriminin 50. Yılı Sempozyumu, Ankara, 1981, [12] Yavuz Bülent Bakiler, “Türk Cumhuriyetlerinde Çok Zor Bir dönem, Çok Zor Bir Edebiyat”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı I’, [13] Bakiler, “Türk Cumhuriyetlerinde. . .”, Yeni Türkiye Türk Dünyası özel Sayısı I’, [14] GURSOY-NASKALİ, “Türk Dünyası ve Ortak Dil”, Yeni Türkiye Türk Dünyası özel Sayısı I’, s. 196-197 [15] Türk Ocaklarının kuruluşu, teşkilatlanması, amaç ve çalışmaları için bkz SARINAY, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi. 18-140 Yusuf AKÇURAOĞLU, Türkçülük, İstanbul, 1990, [16] Atatürk’ün kurduğu bu kurumlar hakkında geniş bilgi için bkz Prof. Dr. Afet İNAN, Atatürk Hakkında Hatıralar Belgeler, Ankara, 1984, s 191-222 [17] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası. s. 54-56 [18] Türkçülük fikrinin en büyük savunucularından biri olan Ziya Gökalp, “Türçülüğün Esasları” adlı eserinde şunları yazmaktaydı “Rusya’da yetişen Türkçülerden biri olan ve Kırım’da Tercüman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail Bey’in, Türkçülükteki düsturu dilde, fikirde ve iş’de birlikti. Tercüman Gazetesini Kuzey Türkleri anladığı kadar Doğu Türkleri ve Batı Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmelerinin mümkün olduğuna bu gazetenin varlığı canlı bir delildir.” Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1970, [19] Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi…, Ayrıca bkz AKÇURAOĞLU, Türkçülük, Fahri TEMİZYÜREK, “Usûl ü Cedîd Hareketi”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı I’, [20] Saray, Atatürk ve Türk Dünyası. s. 57 [21] Gürsoy-Naskali, Türk Dünyası ve Ortak Dil”. Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı I [22] Ertuğrul Yaman, “Türk Dünyasında Dil Birliği”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı I,
seçim şartları oluşmamış bir ülkede normal bir durumdur,o dönemi günümüzle karşılaştıran o dönemin şartlarını bilmeyen cahil yazarlar için anormal bir durumdur. bir sürü seçime girip de ülkeyi adam gibi yönetmeyi becerememekten iyidir. demokrasinin ayıbıdır. o dönemde demokrasi aramakta benim ayıbımdır. 19 mayis 1919 da seçime girmistir kendisi bu iddiayı ortaya atan kişilerin yapmak istediği şey, cumhuriyetin kuruluşundan önceki 1920-1923 döneminde mustafa kemal'in yönetiminin meşru dayanağını sorgulamak ve bu konuda şüpheler uyandırmaktır. yani adamın biri çıktı ve yönetime el koydu gibi bir mesaj verilmek istenmektedir. hakikati çarpıtan bu tür mesajların, ustalık döneminin önümüzdeki yıllarında artan bir tempoyla servis edilmesi beklenmelidir. bu konuları eğlencelik troll vesilesi haline getirenlerin ise bu eğlencelerinin yakında sona erme ihtimalini göze almalarını menfaatleri mart 1920'de istanbul’un işgali üzerine, işgal güçlerinin baskısıyla 11 nisan 1920'de resmen kapatılan son osmanlı meclis-i mebusanı'nın üyelerinin bazıları istanbul'daki itilaf devletleri tarafından tutuklandı, önemli bir kısmı ise ankara'ya nisan 1920'de ankara'da açılan birinci meclis, osmanlı imparatorluğu'nda 1919 genel seçimlerinde oluşan son osmanlı meclis-i mebusanı'nın bir devamıdır. 1919 seçimlerinde erzurum vilayetinden adaylığını koyup seçilen ve son osmanlı meclis-i mebusanı'nın bir üyesi olan mustafa kemal de meşruiyetini halktan alan temsilciler tarafından hükümet başkanlığı görevine milli yerine bugün misak-ı ümmi peşinden gidenler dahil herkesin meseleye bu şekilde bakmasında fayda vardır. bkz atatürk hiç seçim kazanmamıştır/lakmubu ilk üzerine mebusluk, meclis başkanlığı, başkomutanlık, cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi çok fazla sayıda seçim seçimlerin çoğunu türkiyenin en sert muhalefetine karşı bu muhalefet o'nun vekil seçilmesini engelleyecek bir kanunusf159/mazbatalar hazırlayacak ve neredeyse geçirebilecek kadar bu meclis başkomutanlık yasasını düşürebilecek kadar inatçı, ertesi gün mustafa kemal'in yaptığı konuşmayla ikna olabilecek kadar aklı başında bir seçtiği adamlarca bu seçimlerin bazılarını kazandığı da ileri doğrudur. özellikle 2. dönem meclis için rahatlıkla bu dönemin demokrasi koşullarıyla falan ilgili bir durum değildir. bugün dahi her oy kullanan vatandaş nasıl ki ancak parti liderinin belirlediği, icazet verdiği kişiyi seçebiliyorsa, her lider nasıl tabiri caizse kendi atadığı vekillerle parti başında kalıp koltuğunu tutuyorsa o dönemde de bu unutturulmak istenen gerçekleri çarpıtıp oradan bir diktatör yaratmaksa, o kadar gerilere gidilmeden de bu asıl tartışılması gereken mesele, neden hâlâ 90 sene öncesinin demokrasisini yaşadığımız halde şimdiki sisteme ileri demokrasi diyor oluşumuzdur. milli mücadele döneminde bütün milletin desteğini alan bir lider için seçim yapmaya gerek tercihini zaten yapmıştır. ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü hale göre olması gerektiği gibi vuku bulan hadise. ulan zaman mı vardı, seçim yapacak kaynak mı vardı sorularını akla getirir bu olayı sorgulayanlar. bkz seçim olmadı da kötü mü oldu? ülkeyi sıfırdan kurması gibi küçük bir detayın atlandığı önermedir. sen yeni bir meclis kuracaksın, buraya milletvekilleri gelecek, istanbul hükümetini tanımadığını dünyaya ilan edeceksin, ülke sınırlarını çizip bütün düşmanı bu hattın dışına atacaksın ama bütün bunları diktatörlükle ve halkın desteği olmadan yapacaksın öyle mi? buna kadir bile inanmaz. arkanda insanların desteği olmadan apartman aidatı bile toplayamazsın, değil ki bütün millet seni istemediği halde kurtuluş savaşı verip yeni ülke kurasın. atatürk ne büyük, ne güçlü herkül, hulk bir insanmış ki yüzbinleri zorla peşinden sürüklemiş. onu sevmeyenleri tek eliyle dövmüş hep. böyle bir saçma mantık olabilir mi...seçilmişliği yaptıklarında gizli. o dönem türkiye cumhuriyeti kurulmasını atatürk istemedi, halk istedi o da halkın namına bunu başardı. 1910'lu yıllardaki halk padişahçılığı elinin tersiyle kenara itip modernleşip yeni bir ülke olmayı istemeseydi, değil atatürk kimse bunu başaramazdı. bu devrimleri hep atatürk zorla dayattı, dikatatörlük yaptı değil de, biraz da halk bunu istedi gözüyle bakmak gerekir. büyük kitleler istemeseydi kimse birşey dayatamazdı. kaldı ki, dış güçlerin ülkemiz içinde cirit attığı herkesi sürekli kışkırttığı, bir devrimciyi yok etmek için en müsait ortamın olduğu bir dönemde kimse atatürk'ü deviremedi. hep şu açıdan bakmak lazım, halk o dönem istemeseydi, halk doğru yolu atatürk'ün yolunda görmeseydi bütün bunlar asla yaşanamazdı. milletimiz doğru olanı istedi ve bunu kalkıp 90 sene sonra atatürk'ü her fırsatta karalayıp milletin gözünde yıpratmaya çalışmanın bir manası yok. milletimiz kendi zihninde isterse atatürkü yok eder, siler atar kimsenin dayatmasına gerek yok. yeter ki doğru olduğuna inansın. ama biliniyor ki bütün bunlar bizans oyunu. "atatürk'ün seçim olmayan ülkeyi kurtarıp seçim getirmesi" kadar olamayandır. ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri takip etmek için giriş yapmalısın.
Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından önemi bilmeyen yoktur. Tarihimiz açısından bu kadar önem arz eden Atatürk'ün doğduğu şehir de merak konusu. Vatandaşlar Selanik'in nerede olduğunu merak etmekte. İşte internette en çok araştırılan şehirlerden olan Selanik ile ilgili sorular ve cevapları. Selanik nerede? Selanik hangi ülkede? Selanik nereye bağlı? Atatürk'ün doğduğu Selanik nerede?SELANİK NEREDE?Selanik veya Selânik Yunanca ???????????, Thessaloniki Yunanca telaffuz [?esalo'nici], Yunanistan'ın ikinci büyük kenti ve Yunanistan Makedonyası'nın yönetim merkezidir. Belediye Başkanlığını Konstantinos Zervas nüfusu 315,196'dır ve coğrafi koordinatları 40°38' kuzey enlemi ve 22°58' doğu boylamındadır. Önemli turistik ziyaret yerleri Beyaz Kule, Galerius Kemeri Arkeoloji Müzesi ve Atatürk'ün doğduğu TARİHİKent, MÖ 315 yılında Makedonya kralı Kassandros tarafından bugünkü Thermi'de kurulmuştur. Kassandros, Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği Büyük İskender'in kız kardeşi Thessalonike''nin adını bu şehre verdi. Thessalonike adı aynı zamanda Teselya'nın Makedonlar tarafından fethedilmesini de Krallığı'nın yıkılmasından sonra, Milattan önce 168 yılında Roma Cumhuriyeti'nin egemenliği altına giren şehirde Milattan sonra 50 yılında Aziz Pavlus bir Hristiyan cemaat oluşturdu ve Hristiyanlığı yaymaya başladı. 4. yüzyılın son on yıllarına doğru İmparator I. Theodosius tarafından şehrin etrafı surlarla çevrildi. Selanik 550-750 yılları arasında Makedonya'nın Slav ve Avar işgallerine uğraması sırasında en önemlisi 607 yılında olmak üzere dört defa kuşatıldı, fakat alınamadı ve Ortodoks Hristiyanlığı'nın "bir kalkanı" olarak kalmayı başardı. 620'de büyük yıkım getiren bir deprem şehrin en eski yapılarını ve sütunlu sokaklarını yerle bir etti; böylece antik yerleşim yeri bütünüyle ortadan kalktı. Bundan sonra Selânik dar, eğri büğrü sokakları, binalar arasında bahçeleri ve yeşilliğiyle Orta Çağ Bizans modeline uygun biçimde yeniden inşa yılı yazında Girit'ten gelen bir Arap donanması şehri ele geçirdi, on gün süren yağmanın ardından esir alarak Girit'e döndü. 10 ve 11. yüzyılların başında Bulgar çarları Büyük Simeon ve Samuel'in şehri alma teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Şehir 1204 yılında, başkent Konstantinopolis Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilince Bizans'ın elinden çıktı ve Latin Selânik Krallığı'nın merkezi haline geldi. Aziz Dimitrios, Aya Sofya gibi birçok önemli Ortodoks kilisesi yerel halkı rencide edecek biçimde Roma Katolik kilisesine dönüştürüldü. Şehir 1246 yılında Bizans tarafından tekrar geri OSMANLI DÖNEMİSelanik ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından 1387 baharında Çandarlı Hayreddin Paşa ve Gazi Evrenos kumandasındaki birlikler tarafından uzun süren bir abluka neticesinde ele geçirildi. Yıldırım Bayezid, Selânik karşısındaki bir tepeye Türk garnizonunun varlığını belirten bir burç ya da kale yaptırdı. 1402 Ankara bozgunundan sonra Bizans İmparatoru II. Manuil, Selânik'i alıp kaleyi de yıktırdı. Emîr Süleyman Çelebi ile Bizanslılar arasında Gelibolu'da yapılan antlaşma uyarınca Selânik 1403'te resmen Bizans idaresine geçti ve Çelebi Mehmed dönemi boyunca bu şekilde Murad tahta geçince Selânik'i abluka altına aldı. Bizanslılar da koruyamadıkları Selânik'i 1423'te Venedik'e sattı. Osmanlılar buna itiraz etti ve Venedik'e karşı savaş açtı. Konstantin Jirecek ya da Apostolos Bakalopoulos gibi tarihçiler, Venedik idaresini şehrin tarihinde görülen en kederli dönem diye nitelemiştir. Venedikliler büyük bir donanma göndermemiş, yeterli miktarda asker yollamamış ve şehir halkına karşı zorbaca davranmıştır. Bir zamanların canlı, zengin ve nüfusu kalabalık tüccar şehrinde bu dönemde açlık ve sefalet hüküm sürdü; halkın çoğu şehri terk etti. II. Murad savaşmadan teslim olmaları halinde şehir halkına imtiyazlı bir statü sağlamayı teklif etti, Rum halk bu teklife olumlu yaklaştıysa da Venedik yönetimi II. Murad'ın teklifini reddetti. 29 Mart 1430'da bir ay süren şiddetli bir kuşatmanın ardından bizzat II. Murad önderliğindeki Osmanlı birlikleri surları aştı. Johannes Anagnostos'un anlatımına göre kanlı bir çatışma vuku buldu ve halktan birçok kişi esir edildi. Ancak daha sonra II. Murad fidye karşılığı esirleri serbest bıraktı. II. Murad, Venedikliler döneminde şehri terk edenlere geri dönmeleri çağrısında bulundu ve bunlara önceden edindikleri mal ve mülklerini iade etti. Aynı zamanda civardaki Osmanlı merkezi olan Yenice-i Vardar'dan 1000 kadar Türk'ü Selânik'e İspanya'dan kovulan Yahudilerin bir bölümü başta Selanik olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildi. İspanya'dan kovulan Yahudiler Selânik'in sur içi kısmına yerleştirilmişti. Burada küçük çaplı dokuma sanayi kuruldu. Yahudiler, yerleştikten pek az bir zaman sonra kayda değer bir bilimsel etkinlik içerisine girerek hukuk ve İbrânî bilgini Rabbi Samuel de Medina'nın liderliğinde zengin kütüphanesi olan bir bilim akademisi oluşturdular. 16. yüzyılın başında Selânik'te kitap basımını tanıttılar. Selanik bu dönemden itibaren çeşit çeşit Hristiyan, Yahudi ve Müslüman toplumların hep birlikte uyum içinde yaşadığı önemli bir kültür ve ekonomi merkezi haline yüzyılda, Selanik, İzmirli bir Yahudi olan Sabetay Sevi'nin Sabetaycılık hareketiyle de adından çok söz ettirmiştir. Sabetay Sevi, Yahudi nüfusunun yoğunluğundan dolayı Selanik'te oldukça rağbet gördü. Sabetay Sevi, 1666'da Edirne Sarayı'nda mahkemeye çıkarıldı, kerhen Müslüman oldu. İnananların çoğu peşini bıraktı fakat Sabetay İslâm'a geçtiğinde Selânikli birçok Yahudi onu izledi ve kendilerini diğer Yahudi ve Müslüman topluluklardan ayırdı Sabetayist. Bunlar dış görünüşte Müslüman gerçekte Kabbala Musevi inancına sahip günümüze kadar gelen bir cemaat idi. Osmanlı idaresinin son yıllarına kadar bu grup kentin iktisadî hayatında ve uluslararası ticaretinde nüfuz sahibi olmayı 1826 itibarıyla farklı bir teşkilatlanmaya gidildi. Bu tarihte Selanik'in bağlı olduğu Rumeli Eyaleti lağvedilip onun sınırları içerisinde, Manastır, Selanik, Yanya Eyaletleri kurulmuştur. 1839'da Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra Selanik, ticaret ve kültür alanında büyük bir gelişme gösterdiği gibi Batı'daki Rönesans ve Fransız İhtilali'nden sonra gelişen fikir akımlarından da en yoğun etkilenen şehirlerden biri oldu. 1850 yılında bir kız lisesi açıldı. Yahudilerin okullarının yanı sıra Türklere ait modern okulların sayısı da oldukça fazla idi. Mithat Paşa tarafından yaptırılan bir sanat okulu Selanik Askeri Rüştiyesi ve 1879'da açılan Selanik Askeri İdadisi de bunlar arasında idi. 1863 yılından itibaren atlı tramvay işletilmeye başlanmıştır. Sultan Abdülaziz döneminde Rumeli Demiryolları projesi kapsamında 1871'de Selanik'ten Vardar Vadisi boyunca demiryolu döşenmeye başlandı ve bu hat Üsküp'e bağlandı. Bu hat 1890'da Manastır'a kadar uzatıldı. 1896'da ise İstanbul'a bağlandı. 1897-1903 yılları arasında yeni liman tesisleri yapıldı. Selanik Sultan II. Abdülhamid devrinde ülkedeki diğer şehirlere göre her konuda büyük gelişme göstermiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Selânik'teki hızlı nüfus artışı, dış dünya ile yapılan yoğun ticaret ve büyük ölçüde Rumeli demir yollarının yapımıyla ilgilidir. Selanik modern ulaşım olanaklarına sahip Osmanlı kentlerinin başında gelmekte idi. 1907'de elektrikli tramvay şehre geldiğinde İstanbul'da bile elektrikli tramvay Osmanlı modernleşmesinin merkezi konumunda olması Jöntürk hareketinin gelişmesine ev sahipliği yapması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin merkezi olması nedeniyle de ayrı bir önem taşımaktadır. Selanik özellikle Sultan II. Abdülhamid istibdadının baskısından İstanbul'a nazaran uzak kalması nedeniyle özgürlükçü fikirlerin gelişip kök saldığı bir yer haline gelmiştir. Osmanlı Devletinin son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti bu kentte örgütlendiğinden dolayı ve cemiyetin askeri kanadından Selanik merkezli 3. Ordu subaylardan bir kısmı isyan bayrağını kaldırarak 27 Temmuz 1908'de Rumeli'de hürriyet ilan edip Sultan II. Abdülhamid'e Meşrutiyeti yeniden ilan ettirmelerinden dolayı İttihat ve Terakki taraftarları buraya "Kabe-i Hürriyet" "Mehdi-i Hürriyet" gibi adlar vermişlerdir. 1909'da 31 Mart Vakasını takiben isyanı bastırmaya İstanbul'a gelen Hareket Ordusunun Selanik'ten yola çıkmış, Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirildikten sonra Selanik'e sürgüne gönderilmiştir. Fakat Selanik 3 yıl sonra Balkan Savaşları sırasında Yunanların eline geçince İstanbul'a geri gönderilmek zorunda Devleti'nin İstanbul'dan sonra 2. büyük kenti olan Selanik, Balkan Savaşları sırasında, 9 Kasım 1912'de merkezden destek alamayan ve panik içinde dağılan Osmanlı Ordusu'nun direnişinin mümkün olmayacağını düşünen garnizon komutanı Tahsin Paşa Yunan Ordusu'na hiçbir direniş göstermeden şehri teslim etmiştir. Şehirde bulunan kişilik Osmanlı Ordusu'nun direniş göstermeden teslim olması halkta büyük bir şaşkınlık ve panik ortaya çıkarmış ve binlerce Müslüman Osmanlı vatandaşı Yunanlar tarafından katledilmiştir. Selanik Gündem Haberler
Türkiye’nin en büyük Atatürk fotoğrafları koleksiyoneri olan araştırmacı-yazar Hanri Benazus, arşivinde bulunan on bin Atatürk fotoğrafını Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladı. Benazus, bu davranışının nedenini şöyle açıklıyor “…Bunu yaparken hiçbir beklenti içinde olmadım, çünkü benim Atatürk’e çok büyük bir borcum var. Ben o borcu ödemeye çalışıyorum. Bugüne kadar bu Atatürk müzesinin açılması için Amerika’dan ve Lozan Üniversitesi’nden teklif geldi. Hepsini reddettim, çünkü bu arşiv bu topluma mâl oldu. Burada kalması şart ve en önemli yer de Ankara.” Hanri Benazus, Atatürk ile tanışıp sohbet eden hayattaki son kişi. O, bir yaşayan tarih hazinesi…Türkiye O’nu, “Atatürk’ün leblebilerini aşıran çocuk” olarak hatırlıyor. Benazus, o günleri şöyle anlatıyor “Atatürk, Ekim 1937 Cumartesi günü, Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yaptıktan sonra Ege askeri manevralarını izlemek üzere Aydın’ın Ortaklar beldesine, ki o zamanlar 40 hanelik küçük bir köydü, geldi. Köyün incir kooperatifinde kâtiplik yapan babam da karşılama heyetindeydi. Babamın eteğine yapışıp karşılamaya gittiğim o günün yaşamımın dönüm noktası olacağını bilemezdim. Beyaz treni istasyona yanaştı. Perona çıktığında etrafını köylüler sarınca onlara hitap etmeye başladı. Tam o an babamın elinden kaçıp O’nun eline yapıştığımı hatırlıyorum. Elimi bırakmadı, alıp kompartımanına götürdü. Ortadaki masada karşısına oturttu. Rakısını, leblebisini getirtti. O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. Hanri’ dedim. Bana Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim.” “Bu büyüklüğü görüyor musunuz? Türklüğün ne olduğunu anlatan, o sormadığı suallerin değerini anlıyor musunuz? İsteseydim belki 50 kamyon leblebi dağıtır borç öderdim ama Türklüğün borcu ödenmez be kızım.” Basın Hanri Benazus’un tarif ettiği Türklük, hiç kimsenin diline, dinine, ırkına, cinsiyetine bakmadan herkesi tek bir bayrak altında toplayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” anlayışıdır. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Hanri Benazus’un “Türk oldum” demesinin altında yatan anlam, yine Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinde yatmaktadır. Atatürk, sormadığı suallerle bu ülkede yaşayan herkese müthiş bir insanlık dersi vermektedir. Hanri Benazus, kendisine kim olduğunu sormayan Atatürk’e “Benim Atatürk’e çok büyük bir borcum var. Türklüğün borcu ödenmez!” diyerek ömrü boyunca minnet duymuş. Bu, öyle bizlerin anladığı anlamda “eziklik hissettiren” bir minnet duygusu değil. Benazus’a, kendisini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir vatandaşı olarak kabul ettiren, Türk olmanın gururunu taşıtan bir minnet duygusu. İçte ve dışta bizi “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişiyle vurmaya çalıştılar. “Siz, ne mutlu Türk’üm diyene” derseniz birileri de çıkar, “Ne mutlu Kürdüm, Lazım, Çerkezim, Abazayım, Rum’um, Ermeniyim vb. der” diyerek o büyük önderin inşa ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne olan bağlılık duygusuna balta vurmaya kalkıştılar. Bunun en bariz örneğini de Andımız’ın okullarda okutulmasını yasaklayarak ortaya serdiler… Hanri Benazus, bu aidiyet tuzağına düşmeyen ender Türk vatandaşlarından biri olma özelliğini taşımaktadır. Bu tutumu nedeniyle ona minnettar olmamız gerekiyor. Biz, bir avuç insanın yapmaya çalıştığımız tam da budur; Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyet’e olan borcumuzu bir nebze de olsa ödemeye çalışmak; kalemlerimiz, kitaplarımız ve web sitelerimiz aracılığıyla uyararak, sahip çıkmaya çalışarak… Her Türk vatandaşının yapması gereken de budur; imkânları ölçüsünde, elinden ne geliyorsa bu topraklara sahip çıkmak zorundadır… *** Cumhuriyet’in kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Hanri Benazus’a sormadığı sualleri, bu ülkenin hiçbir ferdine sormaya kimsenin hakkı yoktur, haddi de değildir. Ne mutlu Türk’üm diyene! Tülay Hergünlü- SMMM Dinlemek için tıklayın Okunma Sayısı 325
atatürk ün o zamanlar vatandaşı olduğu ülke